|
|
Yaşamın Sığınağı: Rahim
Olgu Yılmaz, Endüstri Mühendisi
Mart 2009 |
İktidarların çok, pek çok ilgilendiği bu kadın uzvu, doğurganlık
yetisi ve mülkiyet ilişkisi nedeniyle ekonomik ilişkiler feodalizmden
kapitalizme evrildikçe daha fazla kuşatılmış, daha fazla
baskılanmıştır. Kadının eve hapsedilmesiyle koşut olarak, kadının
cinselliği ve toplumsal "değer"i de rahmine hapsedilmiş, sonuçta kadın
iktidar sarmallarına öyle bir dolanmıştır ki, 200 yılı aşkın zamandır
süregelen kadın mücadelesi, bu pratikleri bırakın erkeklerin zihnini,
kadınların zihninden dahi silememiştir.
İlk anasoylu toplumlarda mülkiyet ve veraset ilişkileri, cinselliğin
çok da kontrol edilmesine hacet bırakmamakta idi. Zira, mülkiyet kadın
tarafından dağılmakta, varisler de yine (genellikle) kadınlar
olmaktaydı. Daha sonra, erkek erki ele geçirmeye başladığında veraset
hakkı da erkeğe geçti. Dolayısıyla erkeğin nesebi daha önem kazanmaya
başladı. O dönemde dna testi de olmadığından olsa gerek, kadının
"yasal" cinsel ilişkileri tanımlanmaya başladı. Kadın, tek eşli olmaya
zorlanırken, tek eşliliğini de tanıtlaması istendi. Bekaret, zina,
namus, ırz gibi kavramların oluşmaya başlaması bu tanıtlama çabasına
işaret eder.
İşbu noktada, kadının rahminde olup bitenler, iktidarın ilgi alanına
girdi. Kürtaj, hamilelik, tecavüz, zina gibi olaylarda ilkel yasal
düzenlemeler, genellikle erkek bakış açısıyla "toplumsal düzene karşı
suç" olarak tanımlanarak kadının bedeninin iktidarı elinden alındı,
kolektifleştirildi. Kadının rahminde olan bitenler tüm toplumun ortak
ilgi alanıydı. Dolayısıyla kadının rahminin "birliğine, bütünlüğüne,
toplumun üremesine yönelik işlevlerine" karşı suçlar ve uygun cezalar
tanımlandı. Bu suçları işleyen erkekler daha hafif, rızasıyla bu suça
katkıda bulunan kadınlar çok daha ağır biçimde cezalandırılıyordu
elbette.
Biyopolitik iktidarın bir hedefi haline gelen rahim üzerindeki kudret,
erkin kutsallaştırılan "yaşam üzerine söz söyleme hakkı"nı tesis etmek
için kullanılıyordu, kadını bireysel olarak suça karşı korumak için
değil. Ne ki, tek asgari müşterekte varoluş nedeni "bireye hizmet
etmek ve korumak" olarak tanımlanagelen devlet, aslında toplumun
"bekası" için bireylerin en mahrem alanlarına müdahil oluyordu. Bu
noktada insani hazları ahlaki kodları hasebiyle kontrol altında
tutarak ahlak evrenindeki hakimiyetini sürekli kılmaya çalışan dinden
de farklılaşıyordu.
Yasal düzenlemelerde kadının cinsel kimliğinin toplumsallaştırılması,
namus ve şerefi korumak için işlenen cinayetlerde öngörülen
indirimlerde, kadının zina halinde yakalanması halinde öldürülmesine
olanak tanıyan yasal düzenlemelerde, hamile kadının "suça karşı
korunma"da kuşatıldığı yasal ayrıcalıklarında net olarak
gözlenebilmektedir. Kadının cinselliği, üremeye izin verdiği ölçüde
ailenin, akrabaların ve toplumun "ırzı, şerefi ve namusu" ile
alakalandırılmaktadır.
Günümüzde kah ahlakçılık, kah toplumculuk gerekçeleriyle daha da
arttırılmaya çalışılan (örneğin, yakın zamanda gündeme gelen zina
yasası) bu "yatak odası kontrolü" ve cinselliğin denetimi konusunda
kadın mücadelesi cephesinde kaydedilen ilerlemelerin çok da iç açıcı
olduğu iddia edilemez. Zira, birey olarak, vatandaş olarak kadının
korunması yerine, halen, toplumsal bağlamda "kadın" imgesinin
cinselliğinin "toplumu ve kolektif olanı koruma" ereğiyle iktidarın
alanına çekilmesi söz konusu maalesef.
Bültendeki diğer yazılar
Yaşamın
Sığınağı: Rahim, Olgu Yılmaz
Pippa Bacca'yı Kim Öldürdü? Büşra Servet Akdoğan
Bir Düş Kuruyorum: Mor Pencereli Evler, Mor Işıklar, Mor Yollardan...
Suzan Bayhan
Mor Çığlık, Zerrin Özirs Öztan
8 Mart Etkinlikleri
|
|
|
|